Çok vericiyken birden bire her şeyi
kesmenin ve tamamen cimri olmanın… Çok girişken iken tamamen geriye çekilmiş hale geçmenin… Duyguları hiç ifade etmezken, anlık her duyguyu ifade eder hale
gelmenin… çok süslü iken çok salaş hale dönmenin… Evden dışarı çıkmazken
eve girmez hale gelmenin… bir uçtan diğer uca savrulur hale gelinir...
Belki olması gereken
gerçekten diğer uca geçmektir ama nedenini anlayarak ve bilinçli olarak yapmak; davranışlarımızı, tepkilerimizi daha ılımlı, daha yumuşak yapmamıza neden olur… Mutsuzluğumuzu yaşadığımız hayatın tam tersini yaşayarak son vereceğimizi zannedip, aşırı uçlar arasında dolaşırsak, çevremizdeki insanları
kırmaktan ve onlar üzerinde de tahribata neden olmaktan başka bir şey yapmamış
oluruz.
Mevlana “Kalbini açıncaya kadar onu kırmaya devam etmek zorundasın” demiş… kendi kalbini kırmaya, başkalarının ki değil…
Kendi kalbimizi kırmak ne demek? Aslında olayların iç yüzü ile
yüzleşmek demek… hayatta yaşadığımız şeyler için koşulları, insanları suçlamak
yerine bize düşen payını kabul etmek demek…
Kalbini kırmak demek kendini hırpalamak değil, tüm suçu kendinde bulmak
değil, kendini yerin dibine sokmak da değil… kendi gerçeğinle yüzleşmek demek…
kaçtığın şeyleri kabul etmek demek… kendine sunduğun bahaneleri görmek demek…
zihin oyunlarının fark etmek demek… geçmişte yaşananlara, hep inandığımız
düşünceye, acıyı tazeler şekilde değil, farklı açıdan bakabilmek demek…
İşimizden memnun değiliz
diyelim… İşyerini, patronu, mesai arkadaşlarını, trafiği suçlamak bir yoldur
ama o işte hala çalışmayı bizim seçtiğimizi, başka alternatifler aramayanın
kendimiz olduğunu, bizim niteliklerimize hiç uymayan bir işte devam etmeyi seçip,
daha geç olmadan sektör değiştirmeye cesaret edemeyenin de kendimiz olduğunu
unutmamak gerekiyor. Burada önemli olan, cesaret edememenin nedenlerine inebilmek, o işyerine neden bağımlıymış gibi hissettiğimize bakmaktır…
Belki spleen
merkezi tanımsızdır ve güvenlik arayışından dolayı buna cesaret
edilemiyordur... güvende olma duygusundan dolayı bırakamadığımızı içten içe
biliriz ama bununla yüzleşmekten kaçarız... Kendimizdeki güven ihtiyacını nasıl aşabileceğimizle ya da bu güven duygusunun ne kadar gerçek olduğunu algılamakla ilgilenmeyiz. Bu canı acıtır çünkü zihin acı çeker... Dışarıyı suçlamayı tercih ederiz çünkü bize istediğimiz şartları sunmayanlar onlardır: zihin için bu daha rahatlatıcıdır... Biz değil, zihin daha rahattır... o bizi hiç önemsemez...
İletişim problemleri olan bir ilişkide kişi karşı tarafa bir türlü derdini anlatamıyordur… uğraşıyordur, göstermeye
çalışıyordur, sinir krizleri geçirip birden öfke patlamaları yaşıyordur ama
karşısındaki onu yine anlamıyordur. Sorun diğerindedir çünkü o anlatmak için elinden gelen her şeyi
yapmıştır. Bazen
göstermeye, anlatmaya çalışsanız da karşınızdaki insan bunu duymaya hazır
olmayabilir ancak size sorduğunda ne hissettiğinizi duymaya ve anlamaya hazırdır. Sizin anlatmaya çalıştığınız hiçbir şey ona daha önce ulaşamıyordur ve bu durum
çok yaşanır... “ne zaman soracak ki, ben ona söylemezsem o hiç görmez ki” gibi
düşünceler döner kafanızda ve başlatırsınız tartışmayı… neyiniz olduğu sorulduğunda
ise trip atma aşamasına çoktan geçtiğinizden iyi iletişim fırsatı kaçmış olur… Peki burada kim suçlu… bu durumda kimin kalbi kırılmalı?
Bunlar gibi kişiden
kişiye değişen milyonlarca örnek var… kimi sorulmasını beklemeliyken, kimi o an söylemeli... Bütün bunlar Human Design haritamızda önümüze seriliyor…
Bazı insanlar kendileri ile ilgili espri yapıldığında diğerleriyle birlikte gülebilirler çünkü daha önce kendisiyle bu konuda dalga geçmeyi başarmıştır,
alınganlıktan çıkıp komik yanını kabul etmiştir… en iyi ruhsal gelişim de
kendiyle yüzleşenlerde olur… başkası size her ne yaparsa yapsın, her ne söylerse
söylesin, her nasıl davranırsa davransın siz kendinizle daha önceden bu
konularda yüzleştiğinizden, kendinizdeki hataları kabul ettiğinizden, sizdeki
uyarıcı etkisini yok ettiğinizden artık dışarının hiçbir anlamı kalmaz…
insanların davranışlarına yaptıkları şakalar gibi güler geçersiniz…
Bize anlatılan hikayelerde çok
şeylerden vazgeçmemiz, kendimizi yollara atmamız, hayatımızı altüst etmemiz gerekiyor gibi anlatılıyor… illa Ferrari’nizi satmanıza, illa
sokaklara ya da ıssız adaya düşmenize gerek yok… bunlar birer örnek olsa da
herkes bu şekilde dönüşümü yaşamıyor, herkes bu derece dramatik hayatlar
yaşamadan da kendine dönebiliyor… Ferrari’ye neden ihtiyaç duyduğunuzu anlamanız
ve onun ötesine geçmeniz önemli olan… Zihin oyunlarını fark edip artık bu oyunlara gelmemeyi öğrenmeniz gerekiyor...
Korkmayın, kalbinizi kırmanız
sadece kendinizle yüzleşmeniz demektir… günlük hayatınıza devam ederken bunu
yaptıkça hayatınız kendiliğinden dönüşmeye başlayacaktır… Yüzleşmekten kaçmak sadece ötelemektir ama o hep oradadır... illaki tekrar ortaya çıkacaktır ve kendini hatırlatacaktır…
Zaman fark etme ve harekete geçme
zamanı… tabi gerçekten değişim istiyorsanız…
İletişim için: arslaneb@gmail.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder