7 Temmuz 2015 Salı

Kendine İnanmak - 1


“Kendime, yani o an’a dek ben olduğuma inandığım şeye güvenmemeyi öğreniyordum. Benliğimin karanlık ve tembel bir kısmının tüm varlığımı yönlendirdiğini henüz anlamaya başlamıştım. Sonunda bir şeyler en yalın haliyle kendini göstermeye başlamıştı.” Tanrılar Okulu kitabında Stefano D’Anna böyle söylüyordu. Benim için bu muhteşem kitaptaki en güzel bölümlerden biridir çünkü aslında kendine inanmaktan kastedilenin kimsenin bilmediğini anlatıyor. Kendime güvenmemeyi öğreniyordum, içimdeki karanlığın tüm varlığımı yönlendirdiğini anlamaya başladım demek, kendim zannettiğim şeyin zihin olduğunu ve artık zihinle kendimi ayırmaya başladım demektir…

Çocukluk yıllarının başlarından itibaren üzerimize uygulanan koşullandırmalardan dolayı biz, biz olmaktan çıkarız ve artık zihin bizim yerimize hayatımızı yönlendirir. Bu, hayatın nedenlerinden biridir çünkü asıl amaç zaten o perdenin ötesine geçebilmek ve öz ile zihni ayırabilmektir. Zihnin işgalinde olan hayatlar gayet karışık, karanlık, anlamsız ve aslında çekilmez bir halde oluyor ama yine de kendimiz zannediyoruz zihnimizi ve ona daha çok sarılıyoruz, karanlığa daha da çok batıyoruz zamanla…

Kendimiz zannettiğimiz zihin bize olmamız gerekenden farklı bir hale sokuyor, davranış kalıpları, belirli tepkiler ve kısır döngüleri yerleştiriyor hayatımıza. Ne zaman bunun dışına çıkmaya çalışsak bizi daha çok kendine bağlayacak oyunlar yaratıyor. Bize öyle neden-sonuç ilişkileri sunuyor ki mantıklı olarak baktığımızda onu dinlemenin ne kadar doğru olacağını bize gösteriyor, korku salıyor üzerimize ve kendi istediği gerçeği bir şekilde kabul ettiriyor…

Benim en çok verdiğim örneklerden biri sabah yürüyüşlerine başlama zamanımdır. Sabahları yürüyüş yapmaya karar verdiğimde ayak kemiğimdeki sorunun nedensiz olarak tekrar ortaya çıkardı. Ağrısından yürüyecek durumum olmazdı ve yürürsem daha da artar diye düşünüyordum. Bu şekilde iki yıl başlayamadım ama dört yıl önce bir sabah saat çaldı ve doğruldum yatakta, derin bir nefes aldım “yürüyüşün bana iyi geleceğini biliyorum ve istediğin kadar ağrıyabilirsin o yürüyüş yapılacak" dedim kalktım hazırlandım ve yürüdüm. İlk gün evet ağrı vardı, ikinci gün hafiflemişti ve üçüncü gün hiçbir şey kalmamıştı.

Yürüyüş, derin ve depresif düşüncelerden çıkmak, kendimi gözlemek için çok iyi bir araçtı ve zihin bunların hiçbirini yapamamam ve onun istediği doğrultudan çıkamamam için önüme engeller, neden yapmamam gerektiği ile ilgili işaretler koyuyordu… Bazen deriz “bak evren bana işaret gönderiyor yapmamam için” diye, peki bunu yapan aslında zihinse ne olacak? Bunun ayrımlarını kavrama, sindirme önemli olan ve zaman alan… Son dört yıldır arada aksamalar olsa da düzenli olarak yürüyorum ve benim için yüzmekle birlikte en iyi meditasyon yöntemi. Saatlerce oturup, içime dönmek yerine hayatın içinde bunu yapmamı sağlıyor. Zihin buna engel olmak istedi ve o biliyor ki benim yapımdaki bir insanın dakikalarca oturup meditasyon yapamayacağını ve aslında onu iki gün sonra bırakacağımı onun içinde meditasyona hiç sesini çıkarmadı. Kişi kendini tanımaya başladığında her yöntemin her bilginin ona uygun olup olmadığını ve nasıl ayırt edebileceğini de öğreniyor. Önemli olan kendini tanımak ve zihinden yani egodan uzaklaşmak…

Kendine inanmaya Human Design’dan örneklersek eğer; Human Design’da dört tip insan aurası vardır ve her tipin aurası farklı şekilde çalışır, farklı özellikleri vardır. Manifestör aurası kapalı ve iticidir, bundan dolayı çok etkilidir. Jeneratör aurası kavrayıcıdır, içine alır bunun için mıknatıs gibi çeker, Projektör aurası odaklanmıştır bu sayede ilgi çekerler, Reflektörlerin örnekleyen aurası vardır, diğerleri kendini görür onlarda…

Bir Manifestör olarak benim eskiden en çok kafa yorduğum konu “insanları nasıl etkileyebilirim?” idi… çok etkili aurası olan bir Manifestorün etki için yol araması demek kendine inanmadığını; aurasına ve kendi doğasına güvenmediği anlamına gelir ki kesinlikle ne farkındaydım ne de buna inanırdım. Tamamen zihinle hareket ettiğimden dolayı da o etkiyi sağlamak için yapılan her şey tam ters etki yapardı…

Bir Jeneratör kendi aurasının çekim gücüne inanmayıp, ona geleceğine inanmadan her şeyin üstüne atlaması onun kendisine ve aurasına inanmadığı anlamına gelir ve en çok yaptıkları şeydir bir şeylerin üzerine atlamak çünkü zihin her türlü nedeni onlara sunar…

Bir Projektör ilgi çekici doğasının çalışmasını beklemeden ilgi çekmeye çalışması demek onun kendi doğasına inanmaması demektir ve tabiki bir Projektörde zihinle hareket ettiğinde en çok ilgi çekmeye, kendisini göstermeye çalışır.

Her kim ki kendisinde olan şeyi yadsırsa, inanmazsa, güvenmezse artık o özellik o kişi için devre dışı kalır, “Bana inanmıyorsan çalışmam senin için” der ve çalışmaz. Zamanla bizlere olan şey de bu, doğal yeteneklerimiz ve bizi biz yapan şeylerin üstünün kapanması ve bizde olan şeyleri fark etmeden hayatta en çok onu aramaya başlayışımız…

Hayat içinde daha çok farkındalık kazandıkça, nasıl her şeyin gözümüzün önünde bizim için hazır olduğunu gördükçe düzenin aslında nasıl büyük bir şaka olduğunu anlıyoruz… Kendimiz zannettiğimiz zihinle öz’ün ayrımına varmak, zihnin oyunlarını görmek çok zor bir süreç olsa da,  aslında çok eğlenceli hale geliyor zamanla. Gücünüz ve yetenekleriniz kullanabilir hale geldikçe işte bu keyif anlatılamaz ancak yaşanır. Kendiniz zannettiğiniz şeyden ne kadar farklı olduğunuzu, aslında gerçeğinizin hep olmak istediğiniz kişi olduğunu gördükçe, bunu yaşadıkça hayatın anlamı ve güzellikleri ortaya çıkabiliyor…


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder